
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
MEVLANA KİMDİR ?
Mevlâna Bahauddin Veled ve Mu’mine Hatun’un oğlu olarak dünyaya gelen Celaleddin, Türkistan ve Arabistan’ı ailece katettikten sonra Anadolu’nun ortasında Larende’de karar kılmalarıyla yeni bir dönem başladı. Celaleddin Rumî Semerkantlı Şerefuddin Lala’nın kızı Gevher Hatun’la evlenerek bir taraftan aile düzenini kurarken diğer taraftan medrese ilimlerini tahsiliyle akıl ve fikir dünyasını en üst noktaya taşımanın heyecanını yaşadı. Medrese ve tekke dünyasının mevhibelerini bir araya getiren Bahauddin Veled’in rahle-i tedrisinden feyz alan Celaleddin, onun vefatından sonra Tirmizli bir başka ustadla karşılaştı: Seyyid Burhaneddin Muhakkık. Beynin ve gönlün imkânlarıyla kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan Rumî’nin gerçek şahsiyetinin ortaya çıkması için Tebrizli bir başka aşığı beklemesi onun fitilini tutuşturması gerekiyordu: Şems-i Tebrizî. Bu aşk ve cezbe dolu dervişle tanışmasıyla adeta dolu bir bardağa dökülen suların taşması gibi o da dolup taştı. Düşünce ve yorumlarını terennüm etmeye başladı. Şimdi onun yaşadığı asrın umumî bir panaroması çizilebilir: Batılı Haçlı ordularının acı hatıraları henüz silinmeden Anadolu toprakları Doğu’dan gelen Moğol afetiyle karşılaştı. Selçuklu Devleti’ne zor günler yaşatan bu afet ve celâlî tecelli, sufîlerin yorumuna göre cemâlî tecellilere de zemin hazırladı. Selçuklu medeniyetinin cazibesi, dünyanın değişik yerlerinden birçok gönül adamını Anadolu şehirlerine çekmiş, bunların yetiştirdiği dervişlerin gayret ve himmetleri toplum üzerindeki “kara bulutları” kovmada mühim rol oynamıştır. Bu şahsiyetlerin en meşhurları, Avrupa’nın öbür ucundan Endülüs’ten kalkıp Konya’ya gelen Muhyiddin İbn Arabî ile (öl. Şam 638/1240) Asya’nın öbür ucundan Belh’ten kalkıp Konya’ya gelen Mevlanâ’dır. Bu güçlü “koro” nun tamamlanabilmesi için öz Anadolu evladı Yunus Emre’nin de zuhuru gerekiyordu. Birinci isim Arapça, ikinci isim Farsça, üçüncü isim de Türkçe yazarak İslam medeniyetinin bütün güzelliklerini insanlara sunmuşlardır. Aynı yüzyılda Anadolu toprakları şu dervişleri de tanımıştır: Sadreddin Konevî, Necmuddin Daye, Ahi Evren, Hacı Bektaş Veli, Evhâdüddîn Kirmânî, Fahreddîn Irakî, Kutbeddîn Şirazî..
En meşhur eseri 26.000 beytiyle Mesnevî Türkçe başta olmak üzere pek çok dile kısmen veya bütünüyle manzum veya mensur olarak çevrilip şerh edilmiştir.
Cumhuriyet döneminde bunların kısmî veya tam şerh ve tercümeler şu yazarlara aittir:
-
Ahmed Avni Konuk
-
Veled Çelebi İzbudak
-
Tâhirü’l-Mevlevî
-
Şefik Can
-
Abdülbâkî Gölpınarlı
-
Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu (Manzum-eksik)
-
Adnan Karaismailoğlu
-
Ahmed Şahin (Manzum-Tam)
-
Kenan Rifâî
MEVLEVİLİK :
Mevlanâ’nın vefatından sonra onu sevenler dostu Hüsameddin Çelebi’nin (öl. 683/1284) etrafında toplandı. Ondan sonra Rumî’nin oğlu Sultan Veled posta oturdu. Osmanlı Beyliği ortaya çıktığı günlerde Sultan Veled (öl. 712/1312) Mevlevîlik tarikatının oluşumu için çaba sarf ediyordu. Fakat Mevlevîlerin Konya dışına çıkması ve organize olmasında büyük hamle oğlu Ulu Arif Çelebi’ye (öl. 719/1319) aittir. Sultan Veled’in yanında yetişenler bu neşveyi Amasya, Kırşehir ve Erzincan gibi şehirlere ulaştırırken Ulu Arif Çelebi bu halkayı genişletti ve Sivas, Tokat, Bayburt, Erzurum, Tebriz, Kastamonu, Denizli, Kütahya, Birgi gibi farklı Beyliklerin yönetimi altında olan şehir merkezlerine ulaştırdı. Böylece Mevlevîlik XIV. yüzyılda Anadolu topraklarında tanınan, bilinen bir “yol” haline geldi. Konya’dan sonra Celâleddin Ergun Çelebi’nin Kütahya’da Abâpuş-ı Velî’nin Afyonkarahisar’da kurduğu Mevlevîhaneler tasavvufî hayat ve düşüncenin bütün hikmet ve derinliklerini topluma aktarma işinde mühim rol oynamışlardır. Mevlanâ’nın türbesiyle birlikte oluşmaya başlayan Merkez Dergâhdan sonra, Mü’mine Hatun’un kabrinin bitişiğinde yapılan 720/1320 tarihli Karaman Mevlevîhanesini, Manisa (770/1369) Mevlevîhanesi takip etti.
Osmanlı dünyasının bu gönül ocaklarıyla karşılaşması Bursa’nın fethinden yüz sene sonra II. Murat devrinde 829/1426 tarihinde yapılan Edirne Mevlevîhanesi ile olmuş, Tire Mevlevîhanesi bunu izlemiştir. Daha sonra üçüncü başkent İstanbul’a ulaşan dergâhların ilki II. Beyazıt’ın izni, İskender Paşa’nın gayretiyle açılan 897/1491 tarihli Galata Mevlevîhanesidir. Daha sonraki yıllarda Yenikapı, Kasımpaşa, Beşiktaş ve Üsküdar Mevlevîhaneleri açılmış- tır. XVI. yüzyılın Ulu Arif Çelebisi ise Divane Mehmed Çelebi’dir. O, Mevlevîliğin “gel” davetiyesini Kudüs, Halep, Şam’dan Fas, Cezayir ve Kahire’ye, Sakız, Midilli’den Tebriz, Isfahan ve Bağdat’a kadar ulaştırmıştır. Türkistan bölgesinden Anadolu’ya gelen, gelirken o coğrafyanın kültürel iklimini de beraberinde getiren Mevlâna’nın kemâl noktasına ulaşmasında emeği olan iki kişiden biri Tebriz, diğeri Tirmizli idi. Onları unutmadığı gibi onların topraklarını da unut(a)mamıştı. Şems-i Tebrîzî’ye şöyle hitabetmektedir:
Bir an için olsun evimize buyur sevgilim
Kısa bir müddet ruhumuza hayat ver gülüm,
Ki gökler gece yarısı görsünler parlaklığın ne demek olduğunu
Konya’da yanan aşk ışığı kısa bir zaman diliminde
Semerkant ve Buhara’ya ulaşsın. (Divân, 2905)
MEVLİHANE
MUSİKİ VE MEVLİHANELER
BAŞLIKLARINI İNCELEMEK İÇİN ULUDAĞ ÜNİV. İLAHİYAT FAKÜLTESİ PROF. DR. MUSTAFA KARA HOCAN'IN MAKALESİNE;